OLAYLAR VE HATIRLATTIKLARI:

AYASOFYA TARTIŞMASI VE AMERİKA’DA IRKÇILIK

Dışta bir iki aydan beri Amerika’da cereyan eden olaylar ve içeride AYASOFYA tartışmaları sürüp gitmekte ve medyada çeşitli yorumlarla kamuoyu bu konulara odaklanmış bulunmaktadır. Her zaman olduğu gibi biz de kuşkusuz görüş ve düşüncelerimizi belirtmeye çalışıyoruz. Ne yazık ki elimizde ne bir televizyon kanalı var, ne de günlük gazete.

Aslında bu olayların geçmişte benzerleri cereyan etmiş, o zaman da tartışmalar olmuş, yazılar yazılmış, düşünceler açıklanmış, hatta eylemler yapılmıştı. Yani bu olay ve tartışmaların bir geçmişi, tarihî bir kökü var. Diriliş Hareketi’nin yayın organı olan Diriliş Dergisi ve Gazetesi’nde bu konularda geçmişte yayınlamış bulunduğumuz ve bazıları da kitaplarımıza geçmiş olan yazılardan birkaçını buraya alarak yeni nesillerin de bu yazıları okumasını istedik:

KADERİMİZİN AYASOFYA’SI, AYASOFYA’MIZIN KADERİ

(…)

Bazıları, Ayasofya’nın, Bizans sanat eseri olduğundan dem vuruyor, müze kalmalı diye başmakaleler döktürüyor. Fatih adına ahkâm kesenler de var. Eğer Fatih bu çağda olup İstanbul’u alsaymış, Ayasofya’yı cami yapmazmış. Aşağlık duygusuna kapılmamalıymışız. Bunu diyenlere göre, Ayasofya’yı açmak isteği aşağlık duygusuna kapılmamızdan kaynaklanıyormuş. Peki, soralım bu kişilere, Ayasofya’yı açmamak ve açamamak hangi duygudan kaynaklanıyor? Kendine güven duygusundan mı? Kimileri de “Sultanahmet, Süleymaniye camilerini dolduruyor muyuz ki, Ayasofya’yı da açmaya gerek olsun” diyor. Sanki Ayasofya’yı açma isteği, sadece namaz kılacak yer aramaktan kaynaklanıyor.

Bütün bunlar göstermektedir ki, Ayasofya konusunun gerçeğini birçok kimseler bilmiyor, birçok kişilerde bildiği halde bilmek ya da bildiğini söylemek istemiyor. Bir kısım kimselerde konuyu bile bile saptırıyor.

Ayasofya, onu yaptıran imparator tarafından, bir ibadethane bir tapınak olsun diye yaptırılmıştır, yapan mimarlar da onu bir tapınak olsun diye yapmışlardır. Bir müze olarak yapılmamıştır Ayasofya. O halde Ayasofya’yı, yaptırma amacı ve yapılma şekli ile ancak tapınak olarak kullanabilirsiniz. Bunca büyük mimarlar tarafından yapılan, Bizans’ın o parlak devrinde yaptırılan bir tapınağın başka bir amaçla kullanılması mümkün değildir.

Bugün, Ayasofya bir müzedir deniyor. Aslında bu bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Çünkü: müzede bazı arkaik eserler bulunur ve sergilenir. Oysa Ayasofya’da böyle bir şey yoktur. Çırılçıplak Ayasofya’ya müze deniyor. O, bizatihi, varoluşuyla müze-eserdir deniyorsa, zaten cami olsa da yine bir yanıyla anıt eser, müze-eser olacaktır. Süleymaniye ve Sultanahmet de böyledir. İstanbul da bu anlamda müze-şehir, anıt-şehirdir. İstanbul’u müze şehir saymak için nasıl boşaltmak gerekmiyorsa, bu düşünceler ışığında Ayasofya’nın müze-eser sayılması için camilikten çıkarılmasına gerek yoktur.

Bugünkü durumuyla, Ayasofya ne camidir, ne müzedir, ne de herhangi bir tapınak. Ayasofya’nın fiili durumu, camilikten çıkarılıp çıplak kilise haline getirilmiş, ancak işleyen bir kilise görünümünde de olmayan, yani kilise olarak açılmaya cesaret edilemeyen, cami ile kilise arasında binamaz bir kilise iskeleti halidir. Pro-kilise veya post-kilise bir pozisyondadır zavallı Ayasofya. Bilmiyoruz, içine giren Hıristiyanlar, ibadetlerini yapıyorlar ve yapabiliyorlar mı? Yapsalar bile iç rahatlığıyla yapamadıkları muhakkak. Çünkü: papazsız kilise düşünülemez, bu haliyle camilikten çıkarılmış, “vaktiyle kiliseymiş” denebilecek bir hatıra-kilise haline getirilmiş bina durumundadır Ayasofya. Bilmeyiz, bu hal Hıristiyanları tatmin ediyor mu? “cami olmasın da varsın böyle olsun razıyız” derler mi. Yoksa bu daimi olması imkânsız durumu, onlara bir gün işleyen kilise haline getirmek cesaretini mi veriyor? Bütün bunlar bizim meçhulümüzdür. Yeterli bir anket yapılmadığına ve yapılamayacağına göre hep meçhul kalacaktır konu.

Fatih, İstanbul’u aldıktan sonra Ayasofya’yı cami yaptı. Bu sadece Fatih’in şahsi görüşünün sonucu değildi. Bu tüm toplumun, fetih ordusunun idealiydi. Kızılelma, Ayasofya üzerinde parlıyordu. Ayasofya cami olunca, Kızılelma uçup gitti ve Roma’daki Sen Piyer kilisesinin kubbesine kondu inancının sonucuydu bu. Ayasofya’yı camilikten çıkarınca, yeniden Kızılelma Ayasofya’nın kubbesindeki yerine döndü. İşte zaman zaman Ayasofya’yı açalım haykırışının yükselişi, bu tarihi şuuraltı arketipinden kaynaklanmaktadır. Eğer Ayasofya Fatih tarafından cami yapılmasaydı, Hıristiyanların umudu kırılmaz, savaşa gizli açık devam ederler, fırsat buldukça da isyan çıkarırlar, batıdan da yardım görürlerdi. Bu yüzdendir ki fethedilen yerlerin en büyük kilisesi camiye çevrilirdi. Bunun bir daha geri dönülmeme anlamını taşıdığı, böyle bir umudu kırma amacıyla yapıldığı açıktır. Ayasofya ise, tarihi doğu-batı savaşında zaferin hangi tarafta kaldığını gösterici bir sembol olmuştur. Ayasofya cami olduğu sürece üstünlük islamdadır. O, cami olmaktan çıktığı andan itibaren, bu üstünlüğün batıda olduğu bil fiil itiraf edilmiş oluyor.


(…)

Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılması bir sebep değil bir sonuçtur. Tekrar cami olarak açılması da bir sebep değil bir sonuç olacaktır.

İslam’ın Batı karşısında yenilgisinin, üstünlüğünü kaybetmesinin sonucu ve sembolik işareti olarak Ayasofya cami olmaktan çıkmıştır. Ancak, Batı karşısında İslam âlemi olarak tam bağımsız olduğumuz gün, ya da en azından, bu bağımsızlığın şuuruna vardığımız gün, kendimizi Batıdan bağımsız hissettiğimiz gün, Ayasofya yeniden cami olacaktır. Yoksa çapı meçhul, müphem güçlerin tesadüfî bir hareketiyle Ayasofya açılamaz. Açılsa da çabuk kapanır. Ayasofya’yı ancak, Ortadoğu’nun gerçek kurtarıcısı aydınlar kadrosunun, tüm İslam toplumunu değiştirmesinden sonra açması düşünülebilir. Daha doğrusu, o gün Ayasofya kendiliğinden açılıp cami olur.

Ayasofya’nın cami olarak açılmasının, İslam âleminin de bize bakışını değiştirmesi bakımından önemi vardır. Ayasofya kapalı kaldıkça Müslüman ülkeler bize tereddütle bakmalarını sürdüreceklerdir. Her diyalogda, “siz kendi elinizle caminizi kiliseye çevirdiniz şimdi de bu yanlışınızı düzeltmiyorsunuz. Sizin samimiyetinize nasıl inanalım” diyeceklerdir. On yıl önce bazı zengin Müslüman ülkeler, Ayasofya’yı açtığımız takdirde, çevresini düzenleme için para yardımı yapacaklarını söylemişlerdi.

(…)


Ayasofya cami olursa, tasvirler yine badanalanacaktır. Bu çağda bu nasıl yapılır? İtirazı da aslında çağımızın teknolojisi ve imkânları karşısında geçersiz bir iddiadır.

Dekorasyon sanatı buna çözüm bulacaktır. Öteden beri yeri geldikçe özel sohbetlerimizde söylediğimiz ve çevreye de yansıyan çözüm şudur: “Bir düğmeye basarsınız bütün tasvirler bir perdeyle örtülür. Bir düğmeye basarsınız perdeler açılır, tasvirler ortaya çıkar. Namaz kılmanın olmadığı sabah saat 9-11 arasında düğmeye basılır, perdeler açılır, isteyen turist gelip, kilise görünümüyle Ayasofya’yı görebilir. Günün diğer saatlerinde ise, bir düğmeye basmakla, bütün tasvirlerin örtülüp buranın cami haline gelmesi sağlanır. Namaz kılınır. Bu halinde de turistler gelip binayı gezebilirler. Süleymaniye ve Sultanahmed’i gezdikleri gibi.

Böyle bir düzenleme ile onurumuz korunmuş olur, dünyanın her tarafından gelen Müslümanlar Ayasofya’da namaz kılabilirler, turistler onu gezebilirler, hatta eski haliylede görebilirler. Olgu, İslam dininin gücünü ve toleransını da somut bir şekilde göstermiş ve bilgelik Mabedi demek olan Ayasofya’nın anlamına da uyan bir özelliği taşımış olur.


Tapınak olarak yapılan Ayasofya’nın kiliseden camiye çevirtilmesi, yapılış amacına ters düşmemiştir. Çünkü: yapıldığında vahdaniyet dini, Hıristiyanlıktı. İslam’ın çıkmasıyla, bu muhteşem mabet, en yüce dinin mabedi olmaya daha layıktı. Allah’ın ismini, ortak koşmadan doğrudan haykırmaya elbet daha uygun bir yer oldu. Fatih, işte bunun için, dinin saf halindeki mevcudiyetinin tapınağı olması için, Ayasofya’yı kilise olmaktan çıkarıp cami yaptı. Muhakkak ki bundan Hz.İsa’nın ruhu da, o mabedi yapanların ve belki yaptıranların ruhu da memnun oldu.

Ayasofya Peygamber Efendimizin doğumu yıllarında yapılıp ibadete açıldı. Sanki manen, onun doğumu, onun dünyaya gelişi şerefine yapılmış bir mesut mabet idi. Bir işaret ve bir müjdeydi. Adeta hikmet-i vücudu, büyük peygamberin doğumuyla doğmak ve onun dininin en büyük mabetlerinden biri olmaktı. İşte bu şerefi ona bağışlamak için Fatih Ayasofya’yı cami yaptı.

 ***

Yine biz biliyoruz ki, Ayasofya’nın tamiri için, daha İstanbul fethedilmeden, Müslümanlardan mimar istenmiştir. Demek ki, Bizanslılar, zaten bu binayı koruma, onarma gücünü yitirmişlerdi. Eğer onlarda kalsa yıkılıp gidecekti. Ama Osmanlılar daha istanbulu almadan önce, ona ilgi duyup onu korumaya giriştiler. Hatta denilir ki, bu tamirlerden birinde Osmanlılar, öyle mimarlar göndermişlerdi, onlar binayı hemen camiye çevirebilecek bir şekilde düzenlemişler. Fatih İstanbul’a girer girmez de, en kısa zamanda camiye çevirme imkânı olmuş.

Daha sonra ise bugüne kadar gelebilmesini, Ayasofya, Osmanlı mimarlarına ve bilhassa Sinan’a borçludur. Mimar Sinan, binayı adeta yeniden yapmış, desteklerle onun ömrünü uzatmış ve bugünlere gelmesini sağlamıştır. Çevresine birçok devrin mimarisini de yansıtan minareler yapılarak, medreseler, padişah türbeleri, hamam ve daha başka tesisler eklenerek tam bir İslam külliyesi haline getirilen Ayasofya, canlı bir kültür ve medeniyet merkezi halinde yaşamış olma şansını Osmanlılara, İslama borçludur. Ama bugün tüm o hareketlerden ve canlılıktan yoksun, dev bir mamut iskeleti, tarihi bir ceset gibi orada öylece nazarlara arz edilip durma talihsizliğini yaşıyor.


Şu yakın çağ tarihimizde öyle gaflet zamanları geçirdik ki, az kalsın Ayasofya’nın minareleri yıktırılacaktı. Bazı uzman geçinen kişiler, bu minareler Ayasofya’ya uymuyor, mimariyi bozuyor diye tutturmuşlar, yönetimi baskı altına almışlardı. Handiyse emellerine de nail olacaklardı. Neyse ki Allah Ayasofya’yı korudu, sağduyu hakim oldu, bu cinayet işlenmedi. Eğer böyle bir şey yapılsaydı, kıyamete kadar tarih, bizi asla affetmezdi.


Eski deyişle söyleyelim: hafızalarımız ne kadar nisyanla malul! Yani ne unutkan kişileriz! Birinci Dünya Savaşı’nda İstanbul işgal edildiğinde Ayasofya’yı askeri bir birlik koruyordu. İşgal kumandanlığı hükümetten bu birliğin Ayasofya’dan alınmasını istedi. Maksatları Ayasofya’yı kilise yapmaktı. Birliğin kumandanı kahraman subay: “ben ve askerim hiçbir şekilde Ayasofya’yı bırakmayız. Onu gece gündüz savunacağız. Eğer bırakmamız için ısrar ederseniz, işgalci askerler üstümüze gelirse, kendimizle birlikte Ayasofya’yı havaya uçururuz” dedi. Bunun üzerine işgal idaresi ısrardan vazgeçti. İşgal boyunca Ayasofya bu birlik tarafından savunuldu. İstanbul’a giren ve İstanbul’u alan düşman, Ayasofya’ya giremedi ve Ayasofya’yı alamadı. Bu ve bunun gibi binlerce kahramanlık; genç nesillere öğretilmedi. Meşhur olaylar meçhulmüş gibi kaldı.


Camilikten çıkan yalnız Ayasofya değil, Fetih’te cami yapılan meşhur bir kilise de 500 yıl Zeyrek Camii olarak görev yaptıktan sonra, bilmem nasıl camilikten çıkmış ve bugün yarı harap vaziyette, bir eşi bulunmaz Zeyrek semti ve evleri gibi yok olmayı bekliyor.

Yine camilikten çıkarılan Kariye Camii de, bu gün müze adı altında turistlere gösterilmekte.


Ayasofya, ruhumuzun trajedisini ifşa eden bir sfenks mi? Zincire vurulmuş Promete mi? Onu ancak Kafkas kartalları mı zincirlerinden kurtarıp özgürlüğüne kavuşturur? Talihimizin dönüşünü haykıracak bir ilan mı olacak minarelerinden yükselecek ezanlar? Bağımsızlığın gerçek sesi ezanlar.”

(SEZAİ KARAKOÇ , DİRİLİŞ DERGİSİ, 12 OCAK 1990, SAYI: 78.)

AYASOFYA’NIN ANLAMI

Hıristiyanların yanlış inançlarının tersine, çarmıha gerilen Hz. İsa değil, bu haliyle çarmıha gerili olan Ayasofya’dır. Müslüman Ayasofya.

Canlı ve diri insan çarmıha öldürülmek için çekilir. Canlı, diri ve müminler topluluğuyla kaynaşmış, alışverişte, yüzünden sıhhat akan bir caminin müze olması, onun çarmıha gerilmesi değil midir?

Çarmıha çekilen insan birkaç saat orada kalır; can verdikten sonra oradan indirilir. Ayasofya, çarmıha çekilerek öldürülmüş değildir. Daha kötü bir durumda; çarmıhtadır. Çarmıhta olma hali sürdürülmektedir.

Ayasofya ölü bile değildir. Öyle olsaydı, eski günlerini anar avunurduk. Ayasofya müzedir. Yani ölü bile değil de, ölü şeylerin mahfazası, zarfi.

Ayasofya, içinde ölü ve ölüm bile bulunmayan bir ölüm zarfi, ölüm kabuğu ve ölüm kabı durumundadır.

Ayasofya bir müzedir dedik. Yanlış. Ayasofya müze bile değildir. Çünkü: içinde tek bir müze eşyası bile yok. Ha! Eğer duvarlarını, taşlarını, minaresini, mihrabını, sütunlarını kendisinden ayrı şeyler kabul ederseniz, Ayasofya’ya müze diyebilirsiniz. Yani kendi kendisinin müzesi. Bu haliyle Ayasofya’yı müze saymak, her parçasının ölü ve kopuk antik bir eşya olduğunu kabul etmek olur ki, geriye Ayasofya olarak bir zar kalır: Ayasofya’nın derisi. Şu bir türlü yüzülemeyen Ayasofya’nın ölü teni, sarı badana!

Evet, Ayasofya müslümandır. Yapıldığı tarihten İstanbul’un fethine kadar gizli müslümandır, haniftir. Beş yüzyıldan beri de açık müslüman.

Fil vakası gibi, bin yıl hiç sönmeden yanan Mecusî ateşinin sönmesi gibi Peygamberin doğuşunu haber veren işaretlerden bir işarettir ve bu işaretlerin en önemlilerinden biridir Ayasofya’nın yapılması. Peygamber doğmadan önce Mecusî ateşi söndü. Bu demektir ki, İran müslüman olacak ve bu ateş sönecektir. Nitekim öyle oldu. Ve Peygamber doğmadan az bir müddet önce Ayasofya yapıldı. Bu demektir ki, İslâm İstanbul’u içine alacak ve Ayasofya cami olacaktır. Nitekim öyle oldu. Bunlardan biri doğuşu haber veren negatif bir olay, öbürü pozitif bir olaydı. Biri münker, öbürü ma’ruf kadrosuna dahildi.

Ayasofya yapılışıyla bir haberdi: Doğunun dinde Batıyı aştığını, Doğunun yeni bir din hareketine gebe olduğunu muştuluyordu. Meryem gibi bakire ve O’nun gibi hamileydi.

Ayasofya’yı yapanlar, gizli veya açık bu şuurda mıydılar, bilinemez. Bu şuurda olduklarım gösteren olaylar da olmuştur, göstermeyen olaylar da. Meselâ: ikonoklast (put kırma) hareketi iyi bir örnektir. Daha doğrusu bu yıllar, karanlıkla ışığın mücadele yıllandır. Işık sonradan gelecek, bütün kavgayı ortadan kaldıracaktır. İşte, Ayasofya, gecenin bittiği ve henüz güneşin doğmadığ bir vaktin eseri bir fecr-i sadıktır. Şimdi siz, fecr-i sadık: geceye ait mi sayarsınız, henüz gün doğmadığ için, yoksa güneşe ait mi? Elbet güneşe ait.

Evet, Ayasofya, bütün anlamıyla İslâma aitti. Hz. Peygamberin gelişinin haber halindeki en büyük anıtı oldu. Ölüler için bir anıt değil. Gelecekler için, ebedî sağlar ve sağlıklar, diriler ve dirilişler için bir amt.

Daha, Hazreti Peygamber, Peygamberliğinin ilk yıllarında, panayırlarda yaptığı konuşma ve dine çağırışlarda, İstanbul’un ve İran’ın alınacağım müjdeliyordu. Elbet, O, dünya malına düşkünlükten zerre bir duygu taşımadığına ve taşımayacağına göre, anlattığı ve haber verdiği, mecusi ateşgedesinin söneceği, İran’ın, Anadolu’nun, İstanbul’un müslüman olacağı, gerçeği kabul edecekleri, dolaysıyla Ayasofya’nın müslümanlığın sembol mabedi olacağı fikriydi. Hendek muharebesinde de, küngü kayaya salladığı zaman, kayadan sıçrayan alev ve kıvılcımlann çizdiği kubbe şüphesiz Ayasofya’nın kubbesiydi ve Hz. Peygamber, bizzat Fatih’i ve mübarek ordusunu, o kıvılcımlanan köprüsü, kemerleri ve ebemkuşağı altından geçip surların önünden Ayasofya’ya yürür ve girerken görmüştü. Bu heybetli ve muhteşem resmigeçidi seyrederken dudaklarından altın kelimeler dökülmüştü: “Konstantiniyye (İstanbul) muhakkak fetholunacaktır; Onun fatihi ne güzel emir ve ordusu ne güzel ordudur.”

Peygamberin mucizesi önünde zaman nedir ki? Belki de Fatih’in İstanbul’a o muhteşem girişindeki vekar, bizzat Hz. Peygamberin önünde yapılan bir resmigeçit şuurundan ileri geliyordu. Tarihin tribününde Hz. Peygamber vardı. Ve törenin bittiği nokta Ayasofyaydı. Hz. Peygamberin küngünü vurduğu kaya, Ayasofya’nın taşlarının çıkarıldığı ilk kayadan başka bir şey değildi. Ve böylece gerçek mimarı da Hz. Peygamber oluyordu. Şimdi neden bin yıl boyunca İslâm ordularının İstanbul’a aktığı ve Ayasofya’ya hilâli dikmek için Hz. Eba Eyyub’tan Ulubatlı Hasan’a kadar sayasız müslümanın şehit olduğu daha iyi anlaşılıyor.

Hz. Peygamberin, İstanbul’a bu kadar önem vermesi, onun Doğunun sözcüsü, Batıya karşı Doğu Kürsüsü olmasındandı. Orada Ayasofya’nın bulunmasındandı. Ayasofya’nın cami olması, dinin cihanşümulleştiğinin tescili olacağındandı. Ayasofya’yı kölelikten kurtarmak, hürriyetine kavuşturmak isteğindendi.

Neden başka bir savaşta değil de Hendek savaşında? Bunda da bir işaret, bir sır vardır. O savaş müslümanların varlık, ölüm kalım savaşıydı. Müslümanlığın yaşaması, o savaşın sonucuna bağlıydı. Düşman her yandan İslâmı çevirmişti. Hatta içten de vurmak istiyordu. Tıpkı bugün… Bugün de İslâm dünyası, Toynbee’nin de dediği gibi tam bir kıskaç içine alınmıştır. Tam bir Hendek Savaşı’nın şartlarını yaşıyoruz. Hatta yalnız dıştan çevrili değiliz. İçten de çevrilmişiz. İç düşman Medine Yahudileri gibi, ani bir baskınla, bir gece baskınıyla İslâmı yok etmek istiyor. İşte, anlaşılıyor ki, Ayasofya yalnız Peygamberin gelişini müjdeleyen İslâm öncesi bir mucize değil, bugünlere de işaret eden, geleceğe ait de bir mucizeydi. O kapanacaktı. Böylece İslâm, hâkimiyetinin sona erdiğinin şuuruna varacaktı. Ve o açılacaktı. Böylece İstanbul ve Doğu fethedilecekti. İslâm yeniden eski üstünlüğüne, hatta daha yükseğine erecekti. Peygamberin o en umutsuz anda salladığı künk, yalnız, Hendek Savaşının sonucunu tâyin etmeyecek, bugün kapalı olan Ayasofya’yı da açacaktı. Bu en umutsuz olduğumuz an, böylece, bir Peygamber mucizesiyle umuda ve sevince çevrilmektedir. Ve Ayasofya’nın açılması da böylece, İslâmın yeni bir aydınlık döneme gireceğinin başlangıcı olacak. Kapanışı bize bir şuur verdi, açılışı bir umut verecek. Şüphe yok ki, açılacak. Umutsuzluğa yer yoktur. Çünkü bunu önceden bir sembolik mucize olarak haber veren, Hendek Savaşının en korkulu anının içinden en büyük sevinçle bize seslenen bizzat Peygamberdir.

Ayasofya doğudadır ve Doğuya aittir. Onda, Batının ve Batı dini olan Hristiyanlığın ne hakkı vardır? Ona Batının ambargo koymağa ve onu müze adı altında abluka altına almaya ne hakkı vardır? O, bu haliyle, kolları bağlı durumuyla, Doğunun zincire vuruluşunu sembolleştirmektedir. Ama Asya başkaldırmıştır. Doğu başkaldırmıştır. İslâm, Batının ve komünizmin karşısında dimdik ayaktadır. Ve Ayasofya’nın zincirleri şangır şangır döküldüğü ve müminler içine gürül gürül aktığı zaman, İslâmın liderliğinde, Doğunun, Asya’nın ve Afrika’nın gerçek istiklâl savaşı, mutlaka zaferle sona ereceği Peygamber işaretiyle belirtilmiş olan (Hendek Savaşı’ndaki gibi) gerçek kurtuluş savaşı başlamış, kıvamına girmiş ve çağımızın tarihinin kördüğümü çözülmüş olacaktır.

Ayasofya’yı açmak, çağın kördüğümünü, İskender’in kılıcı gibi biçmek olacaktır.

(SEZAİ KARAKOÇ, DİRİLİŞİN ÇEVRESİNDE, 1966)

AYASOFYA, NE KADAR SABIRLISIN?

Artık Ayasofya’nın açılması, bu oruç günlerinde ışığa susamış şerefelerinin hakikatin aydınlığına ve sesine kavuşturulması, umudun uzayan gün ışığı altın mahyalarla donatılması bir zaruret haline gelmiştir. İlerisine geçilmez ve geri dönülmez bir zaruret haline.
İstanbul’un fetih sembolü olarak mihrabı Mekke kıblesine doğrultulmuş ve beş yüz yıl minarelerinden Allah ismi yükseltilmiş bu camimizin, kırk yıla yakındır gömüldüğü karanlıktan kurtarılmasının ve daldığı uykudan uyandırılmasının, can çekişme azabını uzatan adeta bir ölüm kâbusu halini almış bir ateş komasından çıkarılmasının günü gelmiş ve geçmiştir bile.

Ayasofya’nın açılma zarureti yalnız bir ülke için zaruret de değil, artık, siyasî ve diplomatik bir zarurettir de.

Halk, yılmadan, usanmadan, unutkanlığa düşmeden yıllardır bu yüce isteğini tekrar edip durmaktadır. Gönderilen dilekçelerin yarım milyonu aştığı, basınca bile kaydedildi. Bu imzaları ucuca eklesek Ayasofya’yı kimbilir kaç kere dolanacak, kuşatacak, bir anne gibi bağrına basacaktır.

Halk yanılmıyor. Halkın sezgisi güçlüdür. Bu isteğiyle bir ukdeyi söküp atmak, varolduğunu bütün cihana duyurmak istiyor.

Savaşın duvarına kadar gidip geri döndüğümüz, üzerimizde gök şahidi orucun hilâlinin kımıldadığı bugünlerdeyse, millî morali yükseltmek, savaş korkusuyla karanlık kilisesine ve kanlı çanına sığınan yunanlıya iyi bir hakikat dersi vermek, batılıya da kesin kararIllığımızı hiç olmazsa inanış alanında göstermek için, Ayasofya’yı, mucizeli namaz seslerinin yankılarına kavuşturmamız bir zarurettir.

Bize denecek ki, «Ayasofya’yı bir gün açsak bile, asıl bugün açamayız. Açarsak, Hristiyanlık dünyasını birdenbire aleyhimize çevirmiş oluruz ki, bu çok büyük bir diplomatik yanlışlık olur». Sulh zamanında açamamak, savaş gerginliği zamanlarında açmamak gibi Ayasofya’nın kaderi açısından acı bir düşüncenin psikolojisini yansıtma bir yana, ilk anda akla yatkın gibi gelen bu muhakeme, çok yanlı bir araştırılışla hemen çürüyecektir. Çünkü: gerek Yunanlılar, gerek dünya, kendi sınırlarımız içinde olan, beş yüz yıl da kesiksiz bir şekilde camilik yapan Ayasofya’yı bile, böyle bir haklı ve kararlı olduğumuz anda açmazsak, savaş yapacağımıza, sınırları aşarak Atina’yı, Selânik’i, Kıbrıs’ı alacağımıza hiç inanmaz. Biz ki, sembolik olarak kendi öz malımız bir camiyi camiliğine kavuşturmaktan hristiyanların sadece hakkımızda şöyle veya böyle düşünecekleri korkusuyla çekindiğimiz zehabını veriyoruz, isteklerimiz kabul edilmediği veya kaçamak olarak uygulandığı takdirde taş üstünde taş bırakmayacağımıza o dünyayı nasıl inandırabiliriz?

Buna inandırmaya da o kadar muhtacız ki bugünlerde. Ayasofya’yı açmaktan da daha kolay ve daha risksiz bu inancı verecek ikinci bir imkânımız da yoktur diyebiliriz.

Ayasofya’yı açmak, ayrıca Batı’nın bizim hakkımızda ne düşündüğünü açıkça ortaya koyacak milletlerarası bir anket olacaktır. Düşecekleri telâş sadece psikolojik olacak, belki de en ummadığımız tavizlere bile yanaşacaklardır. Başka ülkeler böyle anket değerini taşıyan fırsatları, kendiliğinden var değilse, doğurmaya çalışırlar.

Ayasofya’yı açmak, hele o şu anda meleksi oruç halesiyle sarılı iken açmak, milletimizin maneviyatını kat kat arttıracak, yunanlıların maneviyatını ise yerle bir edecektir.

Athenagoras’ın yüzündeki maske birdenbire düşecektir. Sırf antikomünist olan Yunan hükümetinin devrilerek yerini komünist bir hükümete bırakması için, Rusya’nın da tezine tam uygun bir biçimde ve yurtseverlik çığlıkları atarak savaş isteyen sol kalemlerin maskesi düşecektir.

Ramazan ayına, Kudüs’ü vermenin onulmaz yarası ve hüznü içinde giren İslâm dünyasının yüzü gülecek, umutları yükselecek ve her zaman kara günlerimizde yanımızda olan bu kardeş ülkeler daha kuvvetle bizi destekleyecekler, kaybedilmiş Kubbetüssahra yerine ona yakın değerde bir camiye yeniden kavuşmanın sevincini duyacaklar. İşte bunu sağlayan biz de diplomatik bir zafer kazanmış olacağız.

«Batı, bu kadar önem vermez bu çağda buna» diyecekler bulunacak. O zaman biz de kaçınılmaz olan şu soruyu soracağız: öyleyse neden açılmaz bir türlü Ayasofya? Ayasofya’nın hiç bir sembol değeri yoksa, onun hiç bir tepki değeri yoksa, halkın bu kadar ısrarı neden yerine getirilmez?

Yoksa, Ayasofya’yı açar açmaz Batı’nın bir haçlı seferi düzenleyerek üzerimize yürüyeceğinden mi çekinmekteyiz. Öyleyse sırf bu korkuyu yenmek için Ayasofya’yı açmalıyız.

Batı’da bir tepki doğacağı şüphesizdir. Fakat, biz bağımsız her millet gibi buna aldırış etmezsek, kısa zamanda tepki lehimize dönecek ve Kıbrıs konusunda da beklenmedik yemişlerini toplayacağız.

En az riskli bir denemedir bu. Her imkânın zorlandığı bir çağda elimizin altında yatan bu fırsat neden kullanılmasın.

İlâhi takdir noktasından, kapanma hikmeti de belki bu noktadadır.

İnanmış bir millet olarak, Ayasofya’yı kendi yüce ismine kavuşturursak, Allah’ın, bizi görünmeyen kuvvet ve kudret hazineleriyle zafere kavuşturacağından hiç şüphemiz olmasın.

Her zaferin sahibi O’dur, şüphesiz. Allah’tan yana çıkanlar, zaferden yana çıkmış olurlar.

Bin yıla yakın bir zaman aydınlığı beklemiş ve beş yüz yıl İslâm’ın kutlu sesiyle kubbeleri çınlamış olan kutlu cami, Ayasofya, cümle kapılarının olanca arzusuyla gün ışığına açılacağı günler yakın, çok yakın, muştu sana.

(SEZAİ KARAKOÇ, SÜTUN, 1968)

OLAYLAR VE HATIRLATTIKLARI 

Amerika’da cereyan eden olaylar, bize, 51 yıl önce BABIÂLI’DE SABAH gazetesinde yayınlanan “SÜTUN” Başlıklı günlük köşe yazılarımızdan birini hatırlattı. Onu buraya alarak yeni nesillerin de bu yazıyı okumasını istedik:

KENDİ ADIYLA ÖLMEDİ 

Martin Luther King kendi adıyla ölmedi. Evet, bir mazlum rengin bu mazlum oğulu, kendi adıyla ölmedi. Başkasının adıyla öldü Martin Luther King. Bir başka Martin Luther’in adıyla. Hakları uğruna öldüğü halkı ezen, insanlığa katmayan insanların büyük din önderlerinin adıyla öldü, kendi adıyla ölmedi. Kendi adı, ya dede katında, ya baba katında veya çocukluğunda, vücutsuz kalmış bir ruh gibi kaybolup gitti. Ve o ömrü boyu, kolalı gömleği veya kelebek kravatı boynunda taşıdığı gibi, ezenlere ait bu adı omuzlarında taşıdı. KöIeleşmiş bir isimle kölelikten kurtulmaya çalışıyordu. Martin Luther King’in dramı, öldüğü zamandan değil, işte o ismi aldığı zamandan başlıyordu. Boynunda kölelik ve esaret zinciri gibi taşıdığı bu ismi o bir şeref madalyası sanıyordu. Martin Luther King’in dramı, işte bilinmeyen dramı, Dr. Martin Luther King’in.

Amerikalılar, batılılar, hizmetçilerine ve köpeklerine romalı asillerin ve imparatorların ismini verirler nedense. Ayni şekilde zavallı zencilere de böyle cafcaflı ve tantanalı isimler verdiler. Martin Luther King’e de, hem kral, hem Luther dediler. Muhammed Ali’nin kabul etmediği bu ısmarlama parlak adları bazıları kabul etti. Martin Luther King de kendisine verilen bu ismi kabul etti. O, bu ismi kabul etti ama bu isim onu kabul etmedi ve ezdi. Martin Luther’i taşımağa razı olduğu bu ismi ezdi. Martin Luther King, isminin altında kalarak öldü. Bu isimle birlikte öldü ama kendi gerçek adıyla ölmedi.

Martin Luther King’in gerçek adı, daha doğrusu olması gereken adı, başka çocuklara, başka zenci çocuklarına takıldı. Onlar büyüyüp tam hürlüklerine kavuştukları gün, kendi adıyla olsun ölmeyen bu adama acıyacaklar. Öldüğü yetmemiş gibi, iğreti ve yabancı bir adın ambalajı içinde gömülme gibi bir bahtsızlığa, çift katlı bir bahtsızlığa mahkum olarak ölen bu adama acıyacaklar. Yine de kendileri kendilerinin hürriyeti ve insanca yaşamaları uğruna ölen bu adam için bir anıt dikecekler, daha doğrusu bir mezar kitabesi yükseltecekler. Ve o kitabenin üzerine şöyle yazılacak: Kendi adıyla ölmeyen Dr. Martin Luther King. 

Amerikalı, 2000 sayfalık raporlarla zenci davasının, siyah ırk probleminin sebeplerini araştırıyor ve bunun: sırrını bulamadığını, bugün lisanı hal ile acı acı itiraf ediyor. Kendi vicdan azabını, bu tarih boyunca ezilmiş mazlumlara kral ve papa, havariyun ve azizlerin adlarını vererek bastırmak istiyor. İşte Martin Luther King daha ölmeden önce batının bu vicdan  oyununa kurban gitmiş bir kişiydi. 

Hristiyan zencilerin önderi, sağlığında kendi adına sahip olmadığı gibi öldükten sonra da mezar taşına sahip olamayacak. Ta o mezar taşı ilerde değiştirilinceye kadar. Hemen dikilecek olan bu mezar taşı yine batılılara ait olacak. Onların adını taşıyacak. Böylece, ölen siyah, öldükten sonra da kendisi olamayacak. İnsanlığın büyük yazarı Faulkner, ne kudretle anlatmıştı siyah ırkın, zencilerin ve kızılderililerin azabını, bu isimsizlik azabını, anlamını bile bilmeden taşınan bu yabancı isimlerin iğretiliğini, sıkıntısını, azabını, kayıtsızlığını. Batıya karşı bir zırh gibi giymişti bu ismi Martin Luther King. Ama bazı zırhlar zehirlidir. Demirden, vücuda yavaş yavaş o zırhın zehiri geçer. Martin Luther King’in ismi de zehirli bir zırhtı ve sonunda kendisini zehirleyerek öldürmüştü. Şimdi o zırh taşıdığı zehirle birlikte bir balmumu gibi eriyerek, kapladığı mazlum ölü vücudunun üstünden akarak toprağa karışacak. Bir vakitler, siyahlar Afrika’dan Amerika’ya gelmişler veya getirilmişlerdi. Geldikten sonra birçoğu zamanla kendi isminden olmuştu. Bir gün gelecek ana yurtları Afrika’ dan isimleri de gelecek, işte o zaman kendi isimleriyle yaşayıp kendi isimleriyle ölecekler.

(SEZAİ KARAKOÇ, SÜTUN, 1968)