Yüce Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç’a, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Senatosu’nun almış olduğu karar ile Fahri Bilim Doktoru ünvanı verildi.
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi internet sitesinde yer alan haber için tıklayınız.
Yüce Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç’a, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Senatosu’nun almış olduğu karar ile Fahri Bilim Doktoru ünvanı verildi.
Sivas Cumhuriyet Üniversitesi internet sitesinde yer alan haber için tıklayınız.
İstanbul, 1 Muharrem 1441
31 Ağustos 2019
Bugün, milletimiz İslâm Milleti’nin hicrî-kamerî yılbaşıdır. Yılbaşınız kutlu olsun. Hayırlar getirsin. Dağılmış, perişan olmuş, kıyım ve kırımlar içinde çırpınan İslâm Ülkesine kurtuluş, birlik ve bütünlük getirsin.
Bir de hicrî-şemsi yılbaşımız vardır ki, o nevrûzla başlar. Milletimizin uyanıp dirilmesi ve toparlanıp geçmişte olduğu gibi ayağa kalkıp hür ve bağımsız, dimdik, güçlü, Doğuya ve Batıya kendi yerlerinde durmayı öğretmiş bir duruma gelmesi için müslümanların kendi medeniyet değerlerine sahip çıkması şarttır.
Bu değerleri her vesileyle hatırlatmamız bizim vazifemizdir.
Ramazan ayını, Ramazan Bayramını, Kurban Bayramını kutladığımız gibi milletimizin hicrî-kamerî yılbaşını kutlar, sağlık, iyilikler, gerçek ilerlemeler ve atılımlar dileriz.
YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ
GENEL BAŞKANI
SEZAİ KARAKOÇ
Kurban bayramının ikinci günü 12 Ağustos 2019 Pazartesi günü, Haseki Millet Caddesi No:36’da bulunan Yüce Diriliş Partisi İstanbul il merkezinde, partimiz mensupları ve bayramlaşmaya gelen tüm yurttaşlarımızla bayramlaşma yapılmıştır. Bayram dolayısıyla “Kurban Bayramı Kutlaması” başlıklı bir bildirimiz yayınlanmıştır. Bildiri metni aşağıdadır. Genel Başkanımız Sezai Karakoç bayramlaşma sırasında bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmanın videosu ve metni aşağıdadır.
İstanbul, 13 Ağustos 2019
Daha önce de her vesileyle dediğimiz gibi, Hâc, İslâm’ın temellerinden biri. Anlamı ve sonuçlarıyla başlı başına bir mesajıdır İslâm’ın her yıl bütün insanlığa.
Allah’ın buyruklarını yerine getiren bilinçli mümin, imkânları elveriyorsa, ömründe en az bir defa belirlenmiş günlerde hac için Mekke’ye gidecek ve Allah’ın Evi olan Kâbe’yi ziyaret edecektir.
Bu günlerde müminler, Allah rızası için kurban vazifelerini de yerine getireceklerdir.
Mekke’de ve dünyanın her yerinde müslümanlar birbirlerini Kurban Bayramı dolayısıyla kutlayacaklardır.
Geçmişi hatırlama, birbirini tanıma, yardımlaşma ve dayanışma, bu bayram vesilesiyle nail olduğumuz ilâhî lütuflardır.
Asla unutmamamız gereken ise, memleketleri istilâya uğramış müslümanların yürek yakan durumlarıdır.
Onların bağımsızlıklarına ve özgürlüklerine kavuşması için bütün müslümanların ellerinden geleni yapmaları boyunlarının borcudur.
Müslümanların çağımızdaki dağınıklıkları ve sahipsizliklerinin giderilmesi için, İSLÂM MİLLETİ, İSLÂM ÜLKESİ, İSLÂM DEVLETİ ve İSLÂM MEDENİYETİ kavramlarının en geniş, en kapsamlı anlamlarıyla işler hale getirilerek, BÜYÜK İSLÂM BİRLİĞİ’nin kurulması ideali, ruhlarda diriltilmeli ve bu idealin gerçekleştirilmesi için de ne gerekiyorsa yapılmalıdır.
İSLÂM dünyasının kurtuluşu bu atılımla mümkündür. Aksi, esaret ve köleliktir.
İslâm Âlemi’nin başına gelen küçük ve büyük bütün felâketlerin temelinde, İslâm Milleti ve Ülkesi’nin her meselesini çözecek Büyük Devlet’ten mahrum olmamız gerçeğinin yatmakta olduğu görülmektedir. Bunun da kökünde, İslâm’ı eksik anlama bulunmaktadır.
Atalarımız, baştan beri bu gerçeğin farkında ve bilincinde olarak Büyük Devlet kurmuş ve ne pahasına olursa olsun bunu 20. Milâdî yüzyıla kadar yaşatmışlardır.
Yüz yıldır ondan mahrumuz. Ve bütün mahrumiyetlerimizin kaynağı da budur.
Şunu iyice bilelim ki, zaten olan her felâket, dağılma, yıkılış ve çöküş, kendi diliyle, bunu söylüyor, İslâm, sadece bir inanış mensupluğu değil, bir hayat tarzı, bir medeniyet yaşantısı ve bir varoluş düşüncesi sahipliğidir.
Bütün derinliği, genişliği, yüksekliği ve bütün boyutlarıyla İslâm’ı yaşamak için BÜYÜK DİRİLİŞ ATILIMI’nı gerçekleştirmek üzere elinden geleni yapmak, her müslümanın ölüm kalım borcudur.
Tüm İSLÂM MİLLETİ VE ÜLKESİ’nin Kurban Bayramı’nı bu düşüncelerin ve duyguların ışığında kutlarken, hâc ve kurbanlarımızın kabulünü ve müslümanların her türlü âfet, felâket, zarar ve kayıptan korunmasını, Allah’tan, can ve gönülden ve içten dualarımızla dileriz.
YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ
GENEL BAŞKANI
Sezai KARAKOÇ
Konuşmayı izlemek için tıklayınız.—>
İstanbul, 12 Ağustos 2019
Bayramımız mübarek olsun ve kıyamete kadar da bayramlarımızı biz müslümanlar bağımsız, hür ve boynumuz eğik değil, dik olarak kutlamayı Allah bize nasip eylesin.
Tek kudret sahibi, tek kimseye muhtaç olmayan ve tek başına var olan Allah’ tır.
Biz insanlar ve diğer yaratıklar, her varlık, her şey kendisine verilmiş bir kaderle, kendine tayin edilmiş bir hayat ve bir ölümle yaşar. Kendisi tayin etmez onu. Onu tayin eden, işte Allah’tır.
Bu sebeple herşeyden önce bir İslâm toprağında dünyaya geldiğimize hamdedelim, şükredelim. Bu bize bir mazhariyettir, Allah’ın bize bir lutfu, İslâm toprağında meydana gelmek, bir müslüman anadan babadan doğmak, bunlar Allah’ın çok büyük lutfudur. Bize verilmiş, niye başkasına verilmemiş? Bunu sormaya kimsenin kudreti yoktur. İşte burada asıl önemli olan konu. Sen kendin seçip te gelmedin, sana bu verildi. Ve ondan sonra da, her türlü bizi yoldan çıkarmaya çalıştılar, yanlışlıklar yapılarak yön verilmek istendi, fakat biz buna rağmen müslüman kaldık, müslüman kalıyoruz ve inşaallah ölünceye kadar da müslüman kalacağız. Bu da bize Allah’ın büyük bir lütfudur. Bizim ufak bir, yanlış bir mantıkla ayağımız kayabilirdi. Bunun için de ortada çok çalışmalar var. Onun için Allah’a bu Kurban Bayramı günü öncelikle, bir müslüman olduğumuz için, müslüman toprağında dünyaya geldiğimiz için, Müslüman anne babadan geldiğimiz için ve müslümanlığımızı bütün gücümüzle devam ettirmeye çalıştığımız için öncelikle Allah’a hamd edelim.
Unutmayalım, çünkü bu şekilde ayağı kaymışlar bizim için çok büyük kayıptır ve onların işi yine Allah’a kalmıştır. Tekrar Allah onları kaldırabilir, tekrar kurtarabilir, son nefeste bile kurtarabilir.
Bu türlü, bu nimetleri saymakla bitiremeyiz, bundan ibaret değil bize verilen, Bayram namazını kıldık, Bayram namazı yine Allah’ın bir lütfudur. Hep biraraya geldik biz müslümanlar, birlikte namaz kıldık. Ve bütün bu Kurban bayramının ana, esas hedefi Hac’tır. Hac, yine biz müslümanlara Allah’ın bir lütfudur.
Nedir Hac? Allah’ın Evi olarak yapılmış Kâbe’yi gidip ziyaret ediyoruz, onu yapan peygamberi, onun başından geçenleri, ondan sonra İslâm’ın nasıl geldiği, Peygamber efendimiz, Ashab, Mekke, Medine, onları görüyoruz. Onlarla bütün bir İslâm tarihini yaşayarak dönüyoruz. Orada hiç tanımadığımız müslümanlarla hep kucaklaşıyoruz, buluşuyoruz, görüşüyoruz, dertlerimizi paylaşıyoruz. Hac yine müslümanlara Allah’ın lütfettiği büyük bir iyilik, büyük bir imkân ve büyük bir güçtür. Eğer biz bunu hakkiyle kullansak, müslümanları yenecek kuvvet yoktur. Hacca giderken yine sadece Mekke’yi, Medine’yi görmüyoruz, Kudüs’e uğranıyor, Şam, Bağdat, herkes bir taraftan geliyor, birbirleriyle buluşuyorlar.
Bunlar, şimdi, her zaman tekrar edildiği için, sıradan bir olay gibi geliyor. Aslında bunların hepsi mucize, hepsi harikadır, her an bir harikayla yaşıyoruz. Hac, Zekat, Namaz, hani namazdan sonra tesbih yaparız, 33 Sübhanallah, 33 Elhamdulillah, 33 te Allahuekber deriz. Aslında bunu düşündüğünüz zaman, niçin Sübhanallah diyoruz? Çünkü işte Allah bu kâinatı yaratmış, insanları, varlığı, bunu görünce gözler, hayrete düşüyoruz, hayranlık duyuyoruz, onun için Sübhanallah diyoruz. Ondan sonra bize verdiği nimetlere bakıyoruz, sayısız nimetler, maddî ve manevi nimetleri görünce Elhamdulillah diyoruz. Ondan sonra orada durmuyor, kalmıyor, bu maddî, manevi, dünyevi nimetlerden ibaret değil, ondan sonra bize namaz, hac, zekât, kardeşlik, birbirimize sarılmak, şehitlik, bunlar verildiği için de Allahuekber diyoruz.
Bunun gibi, her an müslümanlık işte böyle, bu dünyada bile bu kadar harika, mucizevi bir hayatı yaşamak olduğuna göre, bir de düşünürsek, âhiret nedir? Dünya onun yanın da bir hiç olarak kabul edildiğine göre, işte âhiretteki nimetleri, Allah’ın bize lütfedeceği nimetleri ve mucizeleri, ebedî mucizeleri düşünmemiz mümkün değil, tasavvur etmemiz mümkün değil. Ancak dünyadaki bu örneklerden, muhakemeyle onu az çok tahayyul edebiliriz.
İşte müslümanlık, bu kadar güçlü, bu kadar doğru, bu kadar hakikata sahip ve bu kadar aklı selim, sağduyulu bir temele dayalı olduğu halde, bugün müslümanlar ne yazık ki, dağınık ve her biri bir nevi bir rüzgâra kapılmış ve daha çok yabancıların etkisinde, onlarla birlikte olmak zorunluluğunda duyarak kendilerini, müslümanlar ne yazık ki, bugün çok acı bir kıyım içindeler. Bugün Afganistan’ın başına gelen, Libya’nın başına gelen, Yemen’in başına gelen, Suriye’nin, Irak’ın, kısacası tüm müslümanların başına gelenleri düşünelim. İslâm âlemi, düşmanların oyununa gelmiş, halklar birbirlerini kırıp durmadalar. Bunu çözemedik. Yüz yıldır İslâm âleminin en büyük problemi bu.
Evet, imân temeldir, islâm, her bir ferdin namazı, orucu, bunlar temeldir. Ancak, bunları icra edebilmemiz, hakkiyle yerine getirebilmemiz için önce hür ve bağımsız olmamız gerekir. Avrupa da ezanı okutturmuyor, câmiini bilmem nasıl yapıyorsun, belli değil. Aynı şeyleri bugün Doğu Türkistan’da da fazlasıyla Çin uyguluyor. Okutmuyor ezânı, müslümanlara işkencenin her türlüsünü yapıyorlar. Peki, Doğu Türkistan’daki müslümanlar buna lâyık mıydı, lâyık mıdırlar? Değildiler, değildirler. Bizler lâyık olabiliriz. Bakın, ben size ağır bir şey söylüyorum. Bizler, müslüman ülkeler buna lâyık olabiliriz, fakat iki müslüman halk lâyık değiller. Biri Doğu Türkistan, diğeri Afganistan. Bu iki ülke, nüfusları az oldukları halde, bağımsız olmak için, dinlerini korumak için, en büyük kahramanlıkları gösterip, onlarca yıl, yirmi yıl, otuz yıl, elli yıl çarpıştılar. Çinlilerle, ruslarla çarpıştılar, Doğu Türkistanlılar. Afganlılar, ingilizlerle çarpıştı, ruslarla çarpıştı, şimdi de amerikalılarla çarpışıyor. Yani başlarına gelenlere lâyık değiller. Peki neden buna uğradılar? Bunun suçlusu değiller, sonuna kadar her biri tam bir kahraman olarak çarpıştı.
Bu kahraman halkların başına gelenin suçlusu biziz. Bütün müslümanlar suçludur, Doğu Türkistan’ın başına gelenden, Doğu Türkistanlıların hiçbir suçu yok, onların hepsi ölürse şehit olmuş sayılırlar. Allah, onların mükâfatını verir. Fakat suçlu biziz, Afganistan’ın başına gelenden suçlu biziz, öbür yerleri söylemiyorum, Suriye’nin Irak’ın başına gelenlerden, bizim başımıza gelenlerden kendimiz suçluyuz. Fakat, Doğu Türkistan ve Afganistan suçsuz; çektikleri hep malesef müslümanların hataları yüzünden. İran, Afganistan’a “bana katıl, benim ol”, Pâkistan, “benim ol” dedi, öbürleri sahip çıkmadılar. Küçük ülkeler ya, sonunda. İşte onlara göz diktiler. Afganlılar ilkin ingilizlerle, sonra ruslara on yıl çarpıştılar, yenilmediler. Fakat şimdi de amerikalılarla çarpışıyorlar. Suçlu kim? Biziz.
Demek ki, müslümanların toplum halinde veya toplu, ümmet olarak bir suçları olursa bundan yalnız suçlu müslümanlar zarar görmez, aynı zaman da hiç suçu olmayan müslüman da zarar görür. Bu neye benzer? Bir aile düşünün, çocukları var, ona bakmazsa, onu korumazsa, o çocuğun bir suçu yok onda, aç kalır, hasta olur, ölür falan. Çocuğun bir suçu var mı? Yok. Ama onun anne babası suçludur. Tıpkı bunun gibi, küçük ülke olduğu için, Doğu Türkistan, Afganistan, Filistin bunlar, çocukları gibidir, Ümmetin. Korunmaları lâzımdır, korumadık, onları kaybediyoruz, çocuklarımızı, kardeşlerimizi kaybediyoruz.
Türklerin müslüman olduğu ilk yer işte Doğu Türkistan, bunun gibi Afganistan yine Selçukluların müslüman şehirler inşa ettiği yerler. Bunlar dünyada paha biçilmez yerler, bir medeniyetin eserleri, işte onları yok ediyorlar. Doğu, Batı ikisi beraber yok ediyor, biri Çin biri Amerika, Avrupa da yardımcı oluyor onlara. Ama kim suçlu? Bütün müslümanlar suçlu. Bu suçun da cezasını maalesef çekeceğiz, çünkü her suçun bir cezası vardır bu dünyada, öbür dünyada zaten çekeceğiz, bu dünyada da maalesef kendimizi toparlamazsak, İslâm âlemi kendini en kısa zamanda toparlayıp, ayağa kalkmazsa, biz de teker teker cezamızı çekeceğiz. Onlar suçsuzken bunlara uğradılar, biz suçluyken elbette cezamızı çekeriz.
Onun için her birimize düşen vazife öncelikle, tabii bir kişi olarak müslümanlığı öğrenmek, yaşamak, bu yetmez, sadece bu yetmez. Toplum olarak, bütün müslümanlar olarak, İslâmı yaşamamız lâzım ve medeniyet olarak İslâmı yaşamamız lâzım. Çünkü: medeniyet olmazsa kendini koruyamıyorsun. Maddî ve manevi medeniyetle ülkeler korunur, insanlar korunur, inançlar korunur, şeref, namus, haysiyet korunur. Evvelden medeniyetimiz neydi, şimdi nerededir, ne olmalıdır? Bizim sadece kişiler olarak vazifelerimiz yetmez, toplumumuzun da müslüman olması lazım, toplumun müslüman olması yetmez bütün İslâm ülkelerinin İslâm medeniyetini yeniden yaşaması lazım, bunun için elbette bir devlet gücü de olması lazım. Çünkü bugün dünya büyük devletlerin, hele günümüz teknik gücünü de düşününce, elinde kalmış. Eğer birbirlerinden çekinmeseler, bütün dünyayı istilâ edecekler ve son damlasına kadar onu sömürmeye çalışacaklar. Onun için uyanmamız lâzım, müslümanların uyanması lâzım.
Uyanma dediğim budur. Yani bütün müslümanlar hepsi kardeştir, bütün İslâm ülkesi hepsi hepimizindir. Bu sınırlar falan gelip geçicidir, bunlar nisbîdir. Mutlak olan şey, bütün müslümanların yaşadığı yer hepimizin vatanıdır, yurdudur ve hepimizin ülkesidir. İslâm ülkesi, ona sahip çıkmamız lazım. Ta Çin’den, Doğu Türkistan’dan Avrupa’nın ortasına kadar ve yukarıda Kazan’a kadar, güneyde de gidebildiğimiz yere kadar. Bu bizim ülkemizdir. Bu ülke hepimizindir. Bunun için sınırlar geçicidir. Az bir kontrolle müslümanlar her yere girebilmeli, hepsi heryerin vatandaşı olabilmeli, her yerde çalışabilmeli. Heryer müslümanların ülkesi, yalnızca doğduğu yer değil. İkinci sahip çıkacağımız kavram, İslâm Milleti. Evet, ırklar vardır, dillerden dolayı farklılıklar vardır, evet ırkımız, boyumuz, soyumuz farklı olabilir. Ama milletimiz tektir: İslâm Milleti.
Kur’an-ı Kerim’de Millet kelimesi hiç bir zaman bir ırka tekabül etmez, bir inanca tekabül eder; o inanç, islâm inancıdır. İslâm inancına sahip herkes aynı millettendir; islâm milletinden. İbrahim Milleti dendiği zaman, Hz. İbrahim’in inancına sahip olanların topluluğuydu; fakat, toplum büyüdü, gelişti, İslâm milleti oldu.
Onun için, Kur’an-ı Kerim der ki: İbrahim için, yahudiler, o bir yahudiydi; hıristiyanlar, o bir hristiyandı derler. Hayır, İbrahim, ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı, o bir müslümandı. Neden müslümandı diyor? Çünkü: tevhid inancı var. Onlar tevhid inancını kaybettiği için Hz. İbrahim’den uzaklaştılar. İbrahim Milleti dendiğinde, soyundan gelenler değil, ona inananlardır kastedilen. Ona inananlar büyüdüler, büyüdüler işte İslâm Milleti oldular. O bakımdan, o bir müslümandı, deniyor. Kur’an-ı Kerim’de bu böyle açıkça söyleniyor.
Onun için, işin aslını bilmeyenler, ibrahimî dinler gibi lâflar ediyorlar, bunlar yanlış sözlerdir, islâm’a uymaz. İbrahim’in dini islâmdır, tevhid dinidir. Din, gelişmiş, son tekâmülünü islâm’da bularak tamamlanmıştır. İbrahimî dinler diye bir şey yoktur, bir tek din vardır, o din islâmdır.
Öbürleri, dinin bozulmuş uzantılarıdır. Yahudilerinki ırk olayıdır. Hıristiyanlarınki de romalılıktan beri kendi şahsi egoizmleri, yani avrupalılık, batılılık diye bir şey. Batıya hâkim olanlar, yahudiliği de, hıristiyanlığı da kullanırlar. Bu bakımlardan biz bu takım terimlere takılmamalıyız. Bir tek din var, o da islâm dinidir, diğerleri dinden sapmalardır. Ona bakarsanız, doğudakiler de öyledir. Yani, konfüçyüs dini, buda dini falan, onlar da bugün din diye anılıyor. Aslında, bunların hepsi, temelde tevhid dininden sapmalardır. Dini bırakıp şahıslara kapılma, saplanmalardır.
İnsanoğlunun, diyelim, en çok ayağının kaydığı yer, önderlere verdiği değerin bir nevi abartılmasıdır. Eski yunan tanrıları, mitolojik kahramanlar, aslında insanlardır, onları tanrılaştırmışlardır. Zeus ve benzerlerinin hepsi, bir kadınla evlenir güya, ondan tekrar tanrı çocukları doğar. Hıristiyanlık, Hz. İsa’yı tanrılaştırdıkları için, tevhid dininin bozulup başka bir hale getirilmesinden doğmuştur. Yahudiler, kendi ırklarını üstün ırk, Allah’ın seçtiği kavim olarak tanımlarlar. Diğer insanlar köledir. Allah’ın tek kavmi var, o da kendileridir, diğer bütün insanlar onların kölesidir, onlara göre.
Halbuki, hiç bir zaman, ne Hz. İbrahim, ne Hz. Musa, ne de Hz. İsa böyle bir şey söylemiştir, ne de söyler. Onlar tevhid üzeredir. Âlimlerimizin, bilginlerimizin, arkeoloğundan tutun da bilmem nesine kadar hepsinin, tarihçilerin gece gündüz çalışıp bunu ispat etmesi lâzım. Geçmişe doğru nasıl saptırıldığını, dinin ne hallere getirildiğini, âlimler, bilginler yetiştirip, araştırıp, ispat etmemiz lâzım, bütün insanlara anlatmamız lâzım.
Bütün bunlardan sorumlu olan aydınlardır, halklar değil. Şimdi bazıları bizim için yazıyorlar, efendim, biz batı karşıtıymışız, batı reddiyecisiymişiz. Hayır efendim, biz ne batının, ne doğunun ne karşıtı ne de reddiyecisiyiz, ne de tasdikcisiyiz. Biz kendi özümüze dönmüşüz, biz müslümanız, biz doğuya da, batıya da isteriz ki sulh gelsin, doğruluk gelsin, iyilik gelsin, insanlar hepsi iyi yaşasın. Kimseye düşman değiliz. Halklara falan. Ancak gelip de saldırı yapan, ülkelerimizi birbirine katan onların siyasetçileri ve önderleridir. Yoksa, biz biliyoruz, Avrupa’daki halklar da aslında kendi halinde yaşar, fakat onları kullanırlar. Amerika’da da öyledir. Her yerde öyledir. Halklara karşı bir tutumumuz yok. Bizim hiçbir ırka karşı olarak da olumsuz bir tavrımız yok. Hiç kimseye de düşman değiliz.
Biz istiyoruz ki, müslümanlar birleşsin, kendi ülkelerini, medeniyetlerini geliştirsinler ve kendi ülkelerini kurtarsınlar. Ondan sonra da doğuyu ve batıyı da. Çünkü ilerde çarpışacak bunlar ve bütün dünyayı mahvedecekler. Doğu ve batı çarpışması zaten kendi kitaplarında da yazılı. Bunlar, ona hazırlanıyorlar hep. Halbuki buna meydan vermemek lâzım. Dünya mahvolur, kimse kalmaz. Bunun da yine mesulü biz oluruz. Onun için, önce kendimizi kurtarmak, ondan sonra da, doğuyu da, batıyı da kurtarmak zorundayız.
Hani, Kur’an-ı Kerim’de de var, Zülkarneyn Sûresinde. Zülkarneyn, güneşin doğduğu yere gitti, oradaki halka: “Siz burada durun” dedi, sonra güneşin battığı yere gitti, oradakilere: “Siz de durun” dedi.
Bir nevi bugün de aynı durumu yaşıyoruz. O belki daha küçük bir alanda yaptı bunu. Onu müfessirler tartışıyorlar. Fakat bir örnektir. Bugün müslümanlar tekrar kendine gelip, aynı Zülkarneyn gibi, doğuya gidip “dur” diyecek, batıya da gidip “dur” diyecek. Ondan sonra da dünyaya sulh, sükûn gelecek ve islâm bütün dünyaya hâkim olduktan sonra, Allah’ın bize lûtfettiği zaman kadar da yaşadıktan sonra öbür dünyaya intikal edeceğiz. Bu, bütün bunlar olmadan da kıyamet kopmayacak.
Onu da yanlış yorumluyorlar. Mehdi deniyor ya, Mehdi devri, diyelim, biz bir insan olarak düşünmeyelim, insan da olabilir, olmayabilir de. Yani bir gün gelecek, müslümanlar bütün dünyaya hâkim olacak. İslâm hâkim olacak, ondan sonra da Allah’ın lûtfettiği kadar yaşadıktan sonra bu dünyanın devri bitecek, âhiret başlayacak. Yoksa, şu anlamda değildir, söylenen: müslümanlar çok zor duruma düşecek de, Mehdi gelip kurtaracak. Bu, yanlış bir yorumdur. Bu da hıristiyanlardan ve yahudilerden gelmiş yanlış bir yorumdur. Onlar öyle diyorlar. Hıristiyanlar, Hz. İsa yeniden gelip bizi kurtaracak veya yahudiler, bir gün gelecek, Davut soyundan biri gelip bizi kurtaracak, inancında olmuşlardır, zor zamanlarında.
Bizimki öyle değil. Bizimki, müslümanlar gelişecek, büyüyecek ve bütün dünyaya hâkim olacaklar ve bütün dünyaya İslâmı kabul ettirecekler. İşte o devre, Mehdi Devri denir. Hidayet Devri, yani bütün insanlığın hidayete kavuştuğu devir. Şahıs olarak anlatılır, fakat semboldür. Şahıslar belki söz konusu olacaktır, muhakkak tabii, ama esas olan İslâm düzeninin kuruluşudur.
Evet, söz bitmez, konuşsak, konuşacağımız şey çok, onun için olumsuz durumları görünce umutsuzluğa kapılmayalım. Umut her zaman vardır ve Allah’tandır. Yeter ki, direnelim ve birbirimize küçük sebeplerle uzak durmayalım ve küçük ayrılıklara kapılıp da asıl büyük birliği bozmayalım.
Hepimiz, hep birlikte, yeniden diriliş diyoruz, biz buna, İslamın Dirilişi, tekrar ayağa kalkışı, bunun mücadelesi sürüyor, daha da sürecek ve inşaallah nesiller uyanıp, gerekli görevleri üstlenince ve birliği, esas organizasyonu, içten birbirine olan bağlılığı kurarlarsa gerçekleşecektir.
İslâma düşmanlık yapanların da zor günleri oluyor, zaman zaman fırsat doğuyor. İkinci Dünya savaşında fırsat doğdu ama islâm dünyası onu yeterince kullanamadı. Hazır olsaydık insanlığı kurtarırdık. Fakat maalesef İslâm âlemi hazır değildi, kullanamadı. Şimdi batılılar, doğulular, toparlandılar, tekrar İslâm âlemine çullanıyorlar. Hâlbuki, zaman zaman fırsat doğuyor. Komünizm Rusya’da çöktü, Türkî cumhuriyetler dediğimiz ülkelerin hepsi bağımsız oldu. Bir gün bile kaybetmeden birleşmeleri lâzımdı. Ama bu kadar yıl geçti, hâlâ hepsi yine küçük küçük parçalar halinde bekliyorlar ki, ya Çin gelsin, ya Rusya gelsin, kendilerini istila etsin! Ama onları da ne Türkiye uyandırıyor, ne İran, ne Pakistan. Hiç biri uyandırmıyor.
İşte böyle bir durumdayız, ama bunlar ümitsizliğe sebep olmasın. Bütün her şeyi yöneticilerden beklemeyelim. Yöneticiler dışa bir çok bakımdan bağlıdırlar. Bir bakıma, elleri kolları bağlıdır, çok şey yapamazlar. Onun için, onların dışında yollar aramak gerekir. Aydınlar bütün İslâm âlemine aynı fikri, aynı ideali yayarlarsa, sonunda yöneticiler de onlara uymak zorunda kalır. Fakat aydınlar ayrılıp birbirinden kopmuş ve zayıf olurlarsa, onlar yöneticileri değil, yöneticiler onları idare eder. Yöneticileri de dışarıdaki yöneticiler idare eder, kurtulmamız mümkün olmaz. Ama, aydınlar uyanıp kendi aralarında bir birlik kurarlar ve bütün İslâm âlemine yaygın bir fikir, bir ideal yayarlarsa, onun önüne ne batı geçebilir, ne doğu, ne de yöneticiler. Sonunda hepsi teslim olur.
İşte benim, bu yaşa geldim, tecrübelerimden çıkardığım sonuç budur: asla vazgeçmeyelim, bütün müslümanların birleşmesinden. Efendim, biz Avrupa’yla anlaşalım da falan filan itirazları olabilir. Bunlara asla kanmayalım. İşte Mısır da batıyla birlikte. İnsanlar idam ediliyor. Olmaz, bu anlaşmaların sonu yok. Savaş mı yapalım? Ben onu da demiyorum. Batıya da, doğuya da hakikatleri söyleyelim, fakat önce kendimiz toparlanalım ve bu idealden vazgeçmeyelim, hiçbir şekilde. Bütün müslümanlar birleşecek, tek toprağı, tek ülkesi, tek milleti olacak. Tek, adeta devleti olacak, o ayrı bir konu, ve tek medeniyeti olacak. Bu olacak, başka bir çözüm olmayacak, çünkü: olursa insanlık ve bütün dünya batacak. Benim sözüm bu.
Hepinize tekrar hayırlı bayramlar diliyorum, kurbanınızı Allah kabul etsin, Haclarınızı kabul etsin, Haclarımızı kabul etsin, Kurbanlarımızı kabul etsin, namazlarımızı kabul etsin ve birbirimize sarılıp bayramlaşmalarımızı Allah kabul etsin.
Hepinize hayırlı bayramlar, inşaallah gelecek bayramlarda daha iyi oluruz.
YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ
GENEL BAŞKANI
Sezai KARAKOÇ
1974 yılında Amasya merkeze bağlı Ziyaret Kasabası’nda doğdu. Yüksek İslam Enstitüsü mezunu olan babası Şükrü Yılmaz öğretmen, annesi Emine Yılmaz ise ev hanımıdır. İlkokulu Merzifon İrfan İlköğretim Okulu’nda, ortaokul ve liseyi ise Merzifon İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı. Lise yıllarında satranca merak sardı. Liselerarası satranç müsabakalarına katılıp Amasya birincisi oldu. Daha sonra Amasya ilini temsilen Ankara’daki liselerarası ulusal şampiyonaya katılıp Türkiye 27. oldu.
1992 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanarak İstanbul’a geldi ve üniversite öğrenimine başladı. Öğrenimi boyunca İlim Yayma Vakfı Vefa Öğrenci Yurdu’nda kaldı. Çeşitli vakıf ve derneklerde faaliyetlerde bulundu. Daha sonraki öğrencilik yıllarında Diriliş düşünce ve hareketine bağlanarak, Cağaloğlu’ndaki Diriliş Yayınları’nda ve Şehzadebaşı’ndaki Diriliş Partisi İstanbul İl Merkezi’nde Ahmet Sezai Karakoç’un konuşma ve sohbetlerini takip etti, eserlerini okudu.
Yine öğrencilik yıllarında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde oluşturulan Üniversiteli Gençlik Merkezi İnsan Hakları Komisyonu’nda başkanlık görevinde bulundu. 28 Şubat döneminde başlayan uygulamalara karşı gelişen öğrenci dayanışma hareketlerinin içinde aktif olarak yer aldı. Bilhassa Cerrahpaşa Tıp Fakültesi başta olmak üzere bu dönemde fakültelerde sıkıntı yaşayan öğrencilerle dayanışma içerisinde oldu. Yaşanan insan hakkı ihlallerine karşı ülke çapında yayılan ve ulusal medyada karşılık bulup duyarlılık oluşturan kampanya ve mitinglerin düzenlenmesinde hem fikir hem de eylem olarak aktif şekilde görev aldı.
Üniversite lisans eğitimini ve stajını tamamladıktan sonra, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde bulunan İ.S.K.İ. Hukuk Müşavirliği’nde avukat olarak görev aldı. Burada bir müddet çalıştıktan sonra, bu görevden ayrılarak birkaç arkadaşı ile birlikte serbest avukatlık ofisi kurdu. Halen bu ofiste avukatlık vazifesini sürdürmektedir.
İnsan hakları alanındaki çalışmalarını üniversite eğitiminden sonra da sürdürdü. Bir dönem Mazlum – Der İstanbul İl Yönetim Kurulu’nda üyelik ve İl Başkan Yardımcılığı vazifelerini üstlenerek aktif şekilde çalıştı. Bu dönemde ABD’nin Irak’ı işgaline ve bilhassa 1 Mart Tezkeresi’nin meclis gündemine getirilmesine karşı yapılan protesto ve kamuoyu oluşturma faaliyetleri içerisinde yer aldı.
Üniversite yıllarında olduğu gibi, daha sonra da İstanbul’un kültür ve sanat hayatının değerli fikir ve gönül adamlarının sohbetlerinde bulunmaya gayret etti. Bu bağlamda, uzun yıllar boyunca bilhassa Millet Kütüphanesi Müdürü merhum Mehmet Serhan Tayşi Bey’in önce Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde başlayan ve emekliliğinden sonra da Sahra-yı Cedit’teki evinde devam eden İslam Tarihi ve tasavvuf düşüncesi konulu sohbetlerini takip etti. Bu sohbetler vasıtasıyla İslam ve tasavvuf düşüncesinin temel klasik metinleri üzerinde tefekkür ve onları tetkik etme imkanı buldu.
Yine üniversite yıllarında gönül verdiği fotoğraf sanatı ile olan ilgisini ve amatör düzeydeki bağını hiç kaybetmedi. Fotoğrafçılık sevgisini İstanbul sevgisi ile birleştirerek İstanbul’u fotoğraflamayı bir vazife bilerek çalışmalarda bulundu. Eserlerinin bir kısmı sergilendi ve basıldı.
Diriliş düşüncesi ve bu düşüncenin mimarı Sezai Karakoç ile tanışması hayatının dönüm noktalarından biri oldu. Doğuyu ve Batıyı bihakkın tanıyan, bu sayede İnsanlığın ve Müslümanların sorunlarını tarihi – sosyolojik perspektif ile bütüncül şekilde ele alan Diriliş düşüncesini tanıdıktan sonra, insanlık ve İslam Milleti için çağın yakıcı sorunlarından çıkış yolu olarak gördüğü bu düşüncenin takipçisi ve bir “diriliş eri” olmayı görev bildi.
Bu görev bilinciyle, YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ’nin kuruluş çalışmaları içerisinde bulundu. Partinin 2007 yılındaki kuruluş aşamasında, parti tüzüğünü hazırlayan hukukçular grubunun bir üyesi olarak görev aldı. Daha sonra YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ kurucu üyeleri arasında yer aldı, M.K.Y.K. üyesi oldu. İstanbul İl Teşkilatı’nın da kurucu üyeliğini yaptıktan sonra 3 dönem boyunca İstanbul İl Başkanlığı görevini yürüttü. 7 Haziran 2015 seçimlerine YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ katılamadığı için, partiden ayrılıp aday olan partili gönüllülerden oluşan Diriliş Işığı Bağımsızlar Grubu’nun çalışmalarına sahada aktif destek verdi. 31 Mart 2019 mahalli seçimlerinde YÜCE DİRİLİŞ PARTİSİ’nin desteğiyle, “Diriliş Işığı Bağımsızlar Grubu” adına İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı adayı olmak için partisindeki tüm resmi görevlerinden ayrıldı.
2001 yılında Eczacı Ezgi Yılmaz ile evlenen Lütfü Yılmaz’ın Yusuf Zahid, Yunus Emre ve Ahmet Sezai isminde 3 oğlu bulunmaktadır. Bir İstanbul aşığı olan ve daha önce sırası ile Eminönü, Fatih, Üsküdar, Kadıköy, Ataşehir, Ümraniye semtlerinde ikamet etmiş olmanın yardımıyla şehrin tüm sorunlarını yaşayıp gözetleyen Lütfü Yılmaz, halen Pendik İlçesi’nde ikamet etmekte ve işyeri de Zeytinburnu İlçesi’nde bulunmaktadır.
Lütfü YILMAZ’ın Yenişafak Gazetesi Röportajı
17 Şubat 1963 tarihinde Isparta’da doğmuştur. Eskişehir Adalet İlkokulunda ilk öğrenimini tamamladıktan sonra Eskişehir Anadolu Lisesi’nden mezun oldu. 1981-85 yılları arasında yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme Fakültesinde tamamladı.
1985 yılında Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı’nda Hazine Kontrolörü olarak memuriyet görevine başladı. 1989-92 yılları arasında ABD Maryland Üniversitesinde Uluslararası-İşletme finansman konularında Master derecesini aldı. 1996-99 yılları arasında T.C. Seul Büyükelçiliği’nde Ekonomi Müşaviri olarak görev yaptı ve Kore modeli kalkınma ekonomisinin işleyişi hakkında bilgi ve deneyim kazandı. 2000 yılına kadar Hazine Kontrolörlüğü görevine devam etti. Bu dönemde, Hazine garantisi ile gerçekleştirilen YİD modelli İzmit Büyükşehir Belediyesi’nin Yuvacık İçme Suyu Arıtma ve İsale Hatları Projesinin finansman ve işletme sorunları konularında araştırma ve incelemelerde bulundu.
2000-02 yılları arasında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı Türkiye İş Kurumu’nda (İŞKUR) Genel Müdür Yardımcısı olarak çalıştı. Bu süre içinde İşsizlik Sigortası Fonu’nun ilk kuruluş çalışmalarını yönetti ve İŞKUR’un Avrupa Birliği fonlarından sağladığı işgücü hibe fonlarının yönetim yapısını oluşturdu.
2002 yılında AB fonlarının ülkemizde yerinden yönetimini gerçekleştirmek üzere Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Genel Sekreterliği bünyesinde kurulan Merkezi Finans ve İhale Birimi’nin kurucu başkanlığı’nı üstlendi ve yerinden yönetim sisteminin AB Komisyonu nezdine akreditesini gerçekleştirdi. Bu yapıyla ülkemiz tam adaylık öncesi AB mali fonlarına dolaysız ulaşım imkanına sahip oldu.
2006-07 yılları arasında Hazine Başkontrolörlüğü görevine devam etti. Bu dönemde, ülkemizde gerçekleştirilmeye başlanan altın madenciliği faaliyetlerine ilişkin inceleme, araştırma ve soruşturmalar yaptı.
2007 yılında AB’nin çevre fonlarından belediyelerimizin altyapı yatırımlarının projelendirilmesi ve finansman ihtiyaçlarının hibe yoluyla karşılanması amacıyla Çevre ve Orman Bakanlığı bünyesinde kurulan Koordinasyon ve Uygulama Merkezinin kuruculuğunu üstlendi. Bu dönemde İl ve ilçe belediyelerini kapsayan 40 kadar kurumun katı atık, atıksu, içmesuyu, kanalizasyon ve su dağıtım şebekelerini kapsayan 800 Milyon Avro yatırımlı projelerin hazırlanması ve Birimin AB Komisyonu nezdinde akredite edilmesi faaliyetlerini yürüttü.
2010 yılında yeni kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığında Avrupa Birliği Yatırımları Dairesi Başkanı olarak görev yaptı ve bu dönemde yaklaşık maliyeti 200 Milyon Avro tutarında belediye altyapı yatırım projelerinin ihale işlemlerini sonuçlandırdı ve AB’nin çevre alanında sağladığı hibe fonlarla finanse edilen projelerin fiziki yatırım çalışmalarını koordine etti.
2013-2017 yılları arasında İrlanda Merkezli Çokuluslu Mühendislik kuruluşunun Türkiye Müdürlüğünü üstlendi. Halen proje ve finansman konularında serbest danışmanlık yapmaktadır.
Ercan TORTOP’un İstikbal Gazetesi Röportajı
Ercan Tortop’un röportajına buradan ulaşabilirsiniz