Amerika’da cereyan eden olaylar, bize, 51 yıl önce BABIÂLI’DE SABAH gazetesinde yayınlanan “SÜTUN” Başlıklı günlük köşe yazılarımızdan birini hatırlattı. Onu buraya alarak yeni nesillerin de bu yazıyı okumasını istedik:
KENDİ ADIYLA ÖLMEDİ
Martin Luther King kendi adıyla ölmedi. Evet, bir mazlum rengin bu mazlum oğulu, kendi adıyla ölmedi. Başkasının adıyla öldü Martin Luther King. Bir başka Martin Luther’in adıyla. Hakları uğruna öldüğü halkı ezen, insanlığa katmayan insanların büyük din önderlerinin adıyla öldü, kendi adıyla ölmedi. Kendi adı, ya dede katında, ya baba katında veya çocukluğunda, vücutsuz kalmış bir ruh gibi kaybolup gitti. Ve o ömrü boyu, kolalı gömleği veya kelebek kravatı boynunda taşıdığı gibi, ezenlere ait bu adı omuzlarında taşıdı. KöIeleşmiş bir isimle kölelikten kurtulmaya çalışıyordu. Martin Luther King’in dramı, öldüğü zamandan değil, işte o ismi aldığı zamandan başlıyordu. Boynunda kölelik ve esaret zinciri gibi taşıdığı bu ismi o bir şeref madalyası sanıyordu. Martin Luther King’in dramı, işte bilinmeyen dramı, Dr. Martin Luther King’in.
Amerikalılar, batılılar, hizmetçilerine ve köpeklerine romalı asillerin ve imparatorların ismini verirler nedense. Ayni şekilde zavallı zencilere de böyle cafcaflı ve tantanalı isimler verdiler. Martin Luther King’e de, hem kral, hem Luther dediler. Muhammed Ali’nin kabul etmediği bu ısmarlama parlak adları bazıları kabul etti. Martin Luther King de kendisine verilen bu ismi kabul etti. O, bu ismi kabul etti ama bu isim onu kabul etmedi ve ezdi. Martin Luther’i taşımağa razı olduğu bu ismi ezdi. Martin Luther King, isminin altında kalarak öldü. Bu isimle birlikte öldü ama kendi gerçek adıyla ölmedi.
Martin Luther King’in gerçek adı, daha doğrusu olması gereken adı, başka çocuklara, başka zenci çocuklarına takıldı. Onlar büyüyüp tam hürlüklerine kavuştukları gün, kendi adıyla olsun ölmeyen bu adama acıyacaklar. Öldüğü yetmemiş gibi, iğreti ve yabancı bir adın ambalajı içinde gömülme gibi bir bahtsızlığa, çift katlı bir bahtsızlığa mahkum olarak ölen bu adama acıyacaklar. Yine de kendileri kendilerinin hürriyeti ve insanca yaşamaları uğruna ölen bu adam için bir anıt dikecekler, daha doğrusu bir mezar kitabesi yükseltecekler. Ve o kitabenin üzerine şöyle yazılacak: Kendi adıyla ölmeyen Dr. Martin Luther King.
Amerikalı, 2000 sayfalık raporlarla zenci davasının, siyah ırk probleminin sebeplerini araştırıyor ve bunun: sırrını bulamadığını, bugün lisanı hal ile acı acı itiraf ediyor. Kendi vicdan azabını, bu tarih boyunca ezilmiş mazlumlara kral ve papa, havariyun ve azizlerin adlarını vererek bastırmak istiyor. İşte Martin Luther King daha ölmeden önce batının bu vicdan oyununa kurban gitmiş bir kişiydi.
Hristiyan zencilerin önderi, sağlığında kendi adına sahip olmadığı gibi öldükten sonra da mezar taşına sahip olamayacak. Ta o mezar taşı ilerde değiştirilinceye kadar. Hemen dikilecek olan bu mezar taşı yine batılılara ait olacak. Onların adını taşıyacak. Böylece, ölen siyah, öldükten sonra da kendisi olamayacak. İnsanlığın büyük yazarı Faulkner, ne kudretle anlatmıştı siyah ırkın, zencilerin ve kızılderililerin azabını, bu isimsizlik azabını, anlamını bile bilmeden taşınan bu yabancı isimlerin iğretiliğini, sıkıntısını, azabını, kayıtsızlığını. Batıya karşı bir zırh gibi giymişti bu ismi Martin Luther King. Ama bazı zırhlar zehirlidir. Demirden, vücuda yavaş yavaş o zırhın zehiri geçer. Martin Luther King’in ismi de zehirli bir zırhtı ve sonunda kendisini zehirleyerek öldürmüştü. Şimdi o zırh taşıdığı zehirle birlikte bir balmumu gibi eriyerek, kapladığı mazlum ölü vücudunun üstünden akarak toprağa karışacak. Bir vakitler, siyahlar Afrika’dan Amerika’ya gelmişler veya getirilmişlerdi. Geldikten sonra birçoğu zamanla kendi isminden olmuştu. Bir gün gelecek ana yurtları Afrika’ dan isimleri de gelecek, işte o zaman kendi isimleriyle yaşayıp kendi isimleriyle ölecekler.
(SEZAİ KARAKOÇ, SÜTUN, 1968)